1/2

Hobbit’i ararken Cem Yılmaz’ı buldum

Murat Oktay 11.01.2015 - 14:18
Kader, kimi zaman farklı yönlere sürükleyebiliyor. Ya da dikkatsizliğiniz...
Bazen istediğinize ulaşamayıp başka seçenekleri değerlendirirsiniz ve onu, bugüne kadar düşünmediğiniz için kendinize kızarsınız ya, işte öyle bir hikaye bu.

Uzunca bir süredir vakit bulamadığım için Hobbit serisinin son filmine gidememiştim. Dün akşam fırsatım oldu ve soluğu sinemada aldım. Elbette daha önce internetten filmin son seansına bakmıştım ve zamanımı ona göre ayarlamıştım. Nautilus Alışveriş Merkezi’nde bulunan Cinemaximum’un gösterim saatlerine internetten baktığımda saat 10:00’da son seansının olduğunu gördüm. Vaktim olduğu için çok acele etmeden yola koyuldum. Herkes gibi biletimi almak için gişede sıraya girdim. Ancak o sırada dikkatimi arkada duran ekranlardaki filmler çekti. Saat 10:00’da Hobbit: Beş Ordunun Savaşı için gösterim bulunmuyordu. Ya ben yanlış bakmıştım ya da internet sitesinde yanlış yazıyordu. Elbette biraz hayal kırıklığı yaşadım. Film gösterime gireli nerede ise üç hafta olmuştu ve ben yine seyredemeyecektim.

Tabi ‘Buraya kadar gelmişken bir filme de girmeli’ diye düşündüm. O saatte başlayacak tek film vardı. O da Russell Crowe’un baş rolünü oynadığı ‘Son Umut’ filmi idi. Ne yalan söyleyeyim, hiç çekmedi beni. Neden diye sorarsanız, sokaklarda boy boy afişleri olan ve baş rollerinde Türklerin oynadığı bir film ilgimi cezbetmedi. Neyse, çok istemeden de olsa filme girdim. Unutmadan, ilk defa patlamış mısır ve kola almadım kendime. Madem istediğim filme girememiştim, onun keyfini de sonraya saklayayım dedim. Çikolata ve soft bir içecek tercih ettim.

Hala bir çoğunuzun, ne anlatmaya çalıştığımı anlamadığına eminim. Elbette bu bir ‘Ne yedim, içtim’ yazısı değil. Ancak içeri girerken nasıl bir ruh halinde olduğumu bilmenizi istiyorum. Zira birazdan yazacaklarım, ön yargımın, beni ne kadar yanılttığını anlamanız açısından gerekli.

Yerime girip oturdum. Başta reklamlar olacağı için biraz da geç girmiştim salona. Yerime oturduğum gibi film de başladı. Avustralya’da yaşayan Conner’ın, üç oğlunu 1. Dünya Savaşı’nda Anadolu topraklarına savaşa göndermesi,  sonrasında onların ölüm haberini alıp cesetleri alıp ülkesine götürebilmek için çıktığı zorlu yolculuğu konu alıyor film. (Filmin konusunu anlatan bir önceki konuyu spoiler içermemesi için, muhtemelen 5-6 defa yazdım sanırım.) Genelde, yabancı yapımlarda konu Türkiye ise kötü gösterilen bir toplumuz. Belki de gerçekte olanı hazmedememizden, ya da olanların çok çok abartılı bir dille anlatılıyor olmasından da kaynaklı bir sorun da olabilir. Tahminimce benim de bu filme çok fazla gitmek istemeyişimin sebeplerinden biri bu olabilir.

Son Umut filmi başladıktan kısa bir süre sonra, aslında anlatılanın ne Türklerle ne de savaşla çok alakalı olmadığını anladım. Evet, yapım içinde bunları barındırıyor. Ancak savaş sonrası psikolojisi ve insanların geçmişine kavuşabilme özlemini daha çok ön planda tutuyor.

Russell Crowe’un oyunculuğu tartışılmaz. Son Umut’ta da yeteneğini konuşturmuş. Ancak bu yapımın bir diğer özelliği ise ünlü oyuncunun ilk yönetmenlik denemesi olması. İlk olmasından ötürü biraz amatörlük olabileceğini düşünmüştüm. Ancak yılların Hollywood tecrübesi, Crowe’un bu işin altından problemsiz kalkmasını sağlamış. Farklı fikirleri, izleyicinin filmden kopmadan, sıkılmadan takip etmesini, merakla sonucunu beklemesini sağlamış. Ayrıca filme dahil ettiği Olga Kurylenko gibi dünya çapında yıldız olan oyuncuların da filme kattığı değeri göz önüne alırsak, izlenmesi gereken bir yapıt olmuş.