1/3

The Thing

Kâzım Özcan 3.06.2010 - 12:31
Arkanda yaratık var!!

Hava çok soğuktu. Yaklaşık -20 dereceye varıyordu. Kar sanki sınırsız bir kaynağı varmış gibi yağıyordu. Üşüyordum ve korkuyordum. Konuşacak halimiz yoktu. Üzerimizde dört parmak kalınlığında giysiler olmasına rağmen titremekten vazgeçmiyorduk. Hepimiz bizi bu kaosun ortasına salıveren ve pişkin pişkin emirler yağdıran üslerimize içten içe küfür ediyorduk. Derken helikopter ilk önce hızını kesti, sonra da olduğu yerde kaldı. İp aşağı sarkıtıldı ve açık havaya çıkınca gerçek ısının -40 derece olduğunu öğrendim. Hepimiz yere indikten sonra komutanımız bizi yüksek frekanslı radyodan arayıp şans dilerken orada olup, onun testislerine sert bir tekme atmak istedim. Çünkü o, kristal bardağında10 yıllık viskisini yudumlayıp havyar yerken, bizim soğuktan ve rüzgarın taşıdığı kar taneciklerinden gözlerimizi açacak halimiz bile yoktu.

15 kiloluk teçhizat çantamdan mermilerimi çıkarıp tüfeğime taktım, Hollywood yıldızlarına taş çıkartacak bir edayla kanyak şişesindeki son yudumu kafama diktim ve tüfeğimi omzuma astım. Bizimle aynı kaderi paylaşan ordu askerlerine ne olduğunu bulmaya giderken aklıma ailem geldi. Eşim, oğlum ve annem. Derken, beklemediğim bir anda erlerden biri komutanın söylediği yere vardığımızı söyledi. Hemen kendimi toparlayıp grubun ön saflarına geçtim. Kapıyı ayağımla tek vuruşta açtım ve aniden her şey duruverdi. Ayağım kramp girmiş gibi tekmeyi attığım ilk pozisyonda kasılıp kaldı. Adamlarımın ağzından çıkan buhar havada asılı kalmıştı. Zar zor kafamı arkaya doğru çevirdim. Birkaç halatla tutturulmuş dev bir pano gibi, yarı şeffaf ve köşeleri yuvarlak bir dikdörtgen gördüm. Dikdörtgenin rengi maviydi ve üstünde beyaz renkle bir şeyler yazıyordu. Kendimi son noktaya kadar zorlayıp kafamı biraz daha çevirdim ve gördüğüm durum karşısında dilim tutuldu! Eski ve yeni, çeşitli posterlerin asılı olduğu, perdeleri sıkı sıkıya kapatılmış bir odada, saçları dağılmış, sakalları yeni çıkmaya başlamış ergen bir genç merak ve ilgi dolu gözlerle dikdörtgenin içindeki yazıyı okuyordu.

The Thing, John Carpanter(yoksa Joe muydu?) isimli yönetmenin çektiği bir korku filmi. Filmi izlemediğim için pek fazla eleştiri yapamayacağım. İsterseniz oyunun introsuna kısa bir giriş yapalım.

ARKANDA YARATIK VAR!!!

Askeri üs diyebileceğimiz bir yerdeki yemekhanede elindeki fenerin yetersiz ışığıyla bulunduğu yeri ağır adımlarla kolaçan eden asker, yere oturmuş ve sırtını duvara yaslamış biçimdeki sıhhiye görevlisini(medic) görür. Medic’in hareketleri, tavırları ve konuşması, bilinçaltının kaldıramayacağı bir durumla karşılaşmış gibidir. Konuşmaya bile mecali yoktur. Asker, medic ile konuşmaya başladığı sırada, pek de aşina olmadığı bir ses duyar. Koşullu refleks icabı asker hemen sesin geldiği yöne döner. Gördüğü şey pek de iç açıcı bir canlı değildir. İki metrelik boyu, akrebi andıran bacakları, iğrenç ve ıslak vişne çürüğü rengi derisi ve yüzüne kezzap dökülmüş bir hipopotamusu andıran şekilsiz, yamuk yüzü ve kafası askeri yıllarca sürecek bir terapiye şimdiden hazırlamıştır. Asker çabucak kendini toparlayıp canavara ateş etmeye başlar ama nafile. Canavar elinin tersiyle askere vurur. Asker tam kalkarken, yaratık tek hamlede askerin kafasını ağzına alır ve askeri sağa sola savurur. Asker ilk birkaç saniye direnir. İdam edilen birisinin üstünde durduğu tabure tekmelendikten sonra ne kadar şansı varsa, askerin de şansı o kadardır.

HADİ LEN!

Gördüğü manzara karşısında nefes nefese kalan medic kendi hayatını nasıl kurtaracağını mı düşünsün, yoksa ölen askere mi üzülsün bilememektedir. Korku ve endişe dolu gözleriyle, canavarın gözlerine bakmaktadır(bu arada altına da biraz kaçırmıştır:). Canavar da, bu iştahını açan parçaya bakar ve birkaç saniyelik göz temasının ardından medic’in kafası yaratığın midesine inmiştir. 

A.. AAA..... FEKAT BU?

The Thing sadece atmosferiyle işin ne kadar ciddi olduğunu oldukça iyi anlatıyor. Loş ışıklı koridorlardan mı başlasam, yoksa muhteşem modellenmiş ve renderlanmış yaratıklardan mı. En iyisi grafiklere bir göz atalım.