1/2

Hellgate: London

Hasan Uğur Nayır 3.06.2010 - 12:31
Londra'yı cehenneme çeviriyorlar!
London bu sefer cehennemin kapısı olarak duyruldu, 2006’nın belki de en iyi oyunlarından biri olabilir. Cehennem ve zat-i benzeri konuları bir çok yapımda gördük. Bundan sonra görmeye de devam edeceğiz, aslında bu konudan daha neler neler uydurulur. Ben yine yeniden cehennemden gelen yaratıkları, postalıcam konumuna giriyorsanız, Hellgate: London tam dişinize göre o zaman. Ancak ben şeytanın kendisini oynayıp, kötülük yapacağım derseniz, buyrun Dungeon Keper serisini şuradan alın. Hatta biraz daha bekleyin Hell Tycoon çıksın, onunla cehennemi iyice yönetin.

Wellcome to Hell

Nightwatch filmini aranızda izleyenler vardır. Hellgate: London’nın konusu biraz onu anımsatıyor. Cehennemin kapıları sonuna kadar açılıyor, dünyamıza turist olarak şeytanlar ve yaratıklar dolup taşıyor. Neden Londra’yı seçmişler bilmiyorum, bence aşıklar şehri Paris de olabilirdi. İnsanlar ve cehennem kaçkınları arasında büyük bir savaş yaşanıyor. Biz de savaştan 5 sene sonrasında geçen olayların içine dalıyoruz. Oyunu Flagship adında yeni bir firma yapıyor. Firmanın ilk oyunu olmasına rağmen, içinde çalışanlar bu işin aşmış üstatları. Firmanın beyni ve Hellgate’in yapımının başında Bill Roper bulunuyor. Roper, daha önce Diablo’yu yapan ekipten. Her şey böyle güllük gülüstanlık olunca bu oyuna ilgisiz kalmak pek olmuyor.

Oyun için firmanın kendi geliştirdiği grafik motoru var. Grafik motoru bir hayli marifetli ve cömert. Modeller konusunda hiç cimri değil ve çevreyi cehennemden çıkmışçasına önümüze seriyor. Hal böyle olunca insan ister istemez diğer detaylara da göz gezdiriyor. Diyecek olursak karşımızda bizlere; “hede hödö” yapmayan yeni bir grafik motoru bekliyor. Garip ışıklandırmalara sahip, acaip büyüleri ekranlarımıza takır takır getiriyor. Birde sürprizi var oyunumuzun Daha önce Diablo’dan da hatırladığımız bir özellik yeni yapımda da mevcut. Hellgate: London, haritaları her seferinde rastgele şekilde çiziyor, sonuç oynanabilirliği daha olumlu kılıyor.

Çevremiz hızla değiştiği için karakterimizin de gelişmesi gerekiyor. Oyunun RPG elementleri olan kısmı burası, düşman öldürdükçe seviye atlıyor ve puan kazanıyoruz. Aman buraya kadar ne klasik diyoruz. Puanlarımız ile zırhımızı, silahlarımızı, yeteneklerimizi geliştiriyor ve slotların sayısını attırıyoruz. Eski tip FPS’ler gibi tüm silahları yanımıza alma imkanımız yok, bunun için boş yere sahip olmamız gerekiyor. Boş yerlere silahlarımızı koyuyoruz, ne kadar güçlü ve büyük silah o kadar daha fazla yer demek. Oyun içinde toplamda 100 kadar silah olacak. Ayrıca bu silahları birbirleri ile kombine yapabileceğiz. Kısacası Hellgate oynayan her oyuncunun farklı silahı olacak. Bir kişinin silahı diğer kişide olmayacak, kulağa gelen harika bir özellik.

FPS diyoruz ve oyunu hem bu kamera açısından hem de TPS’den oynayabileceğimizi belirtmek istiyorum. Elimize ateşli bir silah alıp, yaratığın kafasına dayadığımız zaman First Person Shooter ekranına dönüyoruz(Hep kısaltılmışını yazıyordum, açılımını yazmak istedim). Ateşli silahları bırakıp keskin silahlar elde olursa, bu sefer Third Person Shooter ekranına geçiyoruz. Kılıç veya balta gibi delici tehlikeli aletler ile bir çok estetik hareket yapıyoruz. Bu hareketleri görmek içinde TPS kamera açısı çok etkili oluyor.