Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm 4)
                                
                                    
                                        
                                            
                                                
                                                    Erdem Maşlak
                                                    3.06.2010 - 12:31
                                                
                                             
                                            
                                         
                                     
                                 
                                
                                    Zaman bitti.
                                
                                
                                    -“Aklımı karıştırmayı kes!” diye birden parladı Tuncay. “Bu söylediklerinin 
kulağa ne kadar saçma geldiğinden haberin yok mu senin? Bayan ZamanGezgini, ha? 
Madem öyle, yapabileceğin en iyi şeyi yap ve bütün kurbanlarını tekrar dirilt. 
Ve ardından da bu binaya giren herkesin aklından geçen ilk şeyi yap; toz ol 
buradan! Hah! Söylediğine göre bütün bunları yapabilirsin, değil mi? Sana cadı 
diyenlere şaşmamak gerek öyleyse.” 
Ter içindeydi. Önceki günü, peşinden gelen diğer bir yeni güne bağlamıştı; 
dışarıdan kuş sesleri geliyordu. İlk ışıklar daha henüz kaynağının yerini onu 
görmeye çalışanlara belli etmeye başlamıştı; fakat, bulundukları odanın kadim 
kara duvarları bunu hiç hissetmemişti ve ilelebet de hissedemeyecekti. Yalanın 
yeni güne doğuşuydu o aslında, her sabah etrafı binbir ışık huzmesine boğup 
ışıksız olan gerçekliği aydınlatarak karanlığı karartandı. Fuzuliydi. Ne gerek 
vardı şimdi alışılmış düzene yeni kurallar getirmeye? Çünkü asıl gerçeğin 
rengiydi o; bütün endamı ve asaletiyle simsiyahtı. Hiçbir aydınlatıcı unsur ile, 
yapay hiçbir kaynak ile rahatsız edilmiyordu. Nedeni işte buydu onu bu denli 
gerçek kılan. Işık bile ona dokunamıyorken onun yandaşları, yani onu ve 
yaratıcısını asıl hissedenler, sonsuz özgürlüğün semalarında kanatlarını huzur 
ile doldurarak yükseliyorlardı. Ta ki uykularını getiren şafak, mehtaba dokunana 
kadar. Ve nitekim yatma vakti onlar için gelmişti. 
Uykusuzluğun baş döndürücü saatlerini yaşıyordu Tuncay da; her ne kadar diğer 
insanlar az sonra uykularından uyanarak her gün bıkmadan ve usanmadan 
çevirdikleri kısır döngülerindeki rollerinin gerekliliklerini yerine 
getireceklerse de. Fakat şimdi düşündüğünde, birkaç saat önce odasında duman 
sisinin ortasında oturan Tuncay kadar uykulu değildi. Sigarasız geçirdiği 
dakikalar, kalbinin pompaladığı kanın içerdiği oksijene de yansımıştı. 
Akciğerlere nispeten daha temiz olan havayı çekmek, normal bir insanın 
anlayamayacağı bir rahatlık olsa gerekti. Tabii yaptığı işin gereğince burnuna 
dolan koku yelpazesinin açısı da halktan herhangi birininki ile kıyaslanamazdı. 
Kan kokusu da buna dahildi. Donmuş cesedin üzerindeki ağır koku, serum kokusu, 
kanayan burnundaki taze koku, ellerine saatler öncesinde bulaşan kanın kokusu, 
kesik bir yaradan akıp ayakkabının tamamını dolduran pıhtılaşmış kanın kokusu ve 
üstüne üstlük hepsinin tatları da dilinde yer etmişti. Bazen neden trafik polisi 
olmadığını yada berberlik yapmadığını düşündüğü olmuyor değildi. Karşısındaki 
kıza baktı bir süre, şans eseri Julia da bu süre zarfında konuşmamıştı. Tuncay 
ona bakarken berberliğin aslında hiç de fena bir meslek olmadığını düşündü.