1/5

Kayıp Yıllar: Bölüm-3

Erhan Kahraman 3.06.2010 - 12:31
İç Hesaplaşmalar
Gözlerini hafifçe aralamaya çalışan Ebru, başındaki buzu, ardından da buzun önlemeye çalıştığı keskin ağrıyı hissedip gözlerini acıyla sıktı. Karanlık odanın içinde bir tıkırtı duydu önce, birileri yanına yaklaşıyordu sessizce. Kafası allak bullaktı.
“Ebru?”
Kulağına çalınan bu fısıltı, hafızasını yerine getirmişti. Serkan’ın sesiydi bu. Yıllar sonra aniden çıkıp gelen Serkan’ın. Gözlerini açmadan bir süre öylece kaldı. Sıcak bir el, eline dokundu birden. Hissettirmemeye çalışarak yanağını okşadı. Gözlerini hafifçe araladığında, elini hızla geri çeken Serkan’ın korku dolu bakışlarıyla karşılaştı. Etrafına baktı, sadece dışarıdaki sokak lambasının aydınlattığı odada yattığı yatak ve Serkan’ın oturmakta olduğu sandalyeden başka eşya yoktu. Bu odanın hangi eve ait olduğunu ve o evin nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Güçlükle hatırladığı en son şey, çalıştığı barın sahibi Sinan’la tartıştığıydı. Tekrar Serkan’a baktı, kısa ve net bir soru sordu her zamanki gibi:
“Neredeyiz?”
Serkan, gözlerini Ebru’nun gözlerinden hiç ayırmadan cevapladı.
“Benim yeni evimdeyiz.”
Demek Serkan yeni bir daire almıştı. Aklında daha onlarca soru vardı ama başındaki şiddetli ağrı, doğru düzgün düşünmesine engel oluyordu. Acıyla tekrar gerildi yüzü. Serkan, yerde duran bardağı ve avucundaki hapı uzattı sevecen bir ifadeyle:
“Al iç bunu, ağrını hafifletir.”
Ebru, hapı alıp ağzına attı, ardından suyla beraber yuttu. Birkaç saniye sonra ilaç etkisini göstermeye başladı. Zihni gittikçe açılıyordu.
“Bana ne oldu, hatırlamıyorum.” diye Serkan’a baktı soran gözlerle.
Serkan, güven verici bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Patronun sanırım seni işten kovdu, ben de evini bilmediğim için seni buraya getirdim.”
Gözünün altında ve üstündeki sıyrıkları yeni farketmişti, istemsizce elini uzatıp yüzüne dokundu Serkan’ın.
“Sen iyi misin?”
Serkan bir anda donup kalmıştı sanki, Ebru’nun sıcaklığını yüzünde hissedebiliyordu. Birkaç saniyede toparlandı:
“Merak etme, iyiyim ben. Ama senin yeni bir iş araman gerekecek tahminimce. Çünkü patronunla ve korumasıyla oynaşırken etrafı biraz dağıttık.”
“Mühim değil, zaten ayrılmak istiyordum. Bahane oldu böylece.”
Serkan, hayran gözlerle Ebru’ya bakıyordu. Gecenin karanlığında kaybolmaya aday iki kahve çekirdeği gibiydi gözleri. Makyajla renklendirilmiş yanakları ve kızıla boyanmış saçlarından geriye bir tek bu gözler kalmıştı eskiyi anımsatan. Yıllar önce bu kahverengi gözlere dalıp saatlerce, bütün dertlerini unuttuğu zamanları hatırladı birden Serkan. İçini yine aynı tuhaf huzur kapladı.
O zamanlar uzun kumral saçları ve solgun bir yüzü vardı Ebru’nun. Yanında olmadığında, uzakta olduğunda Serkan’ın tek düşündüğü, bu uzun boylu, kumral, endamlı, solgun beyaz tenli, dünyadaki bütün güzellikleri kıskandıracak bir güzelliğe sahip kızı ne kadar sevdiği, onun için neleri yapıp nelerden vazgeçebileceğiydi. Küçücük bir gülümsemesini tekrar görebilmek için defalarca kez ölebilirdi mesela. Ya da onu sadece uzaktan birkaç saniyeliğine görebilmek için yemeden içmeden kesilip sokağında, kaldırımlarda saatlerce, hatta günlerce bekleyebilirdi umutla.
Ebru, hafifçe doğrulup oturduğunda Serkan için şimdiki zamana dönme vakti gelmişti.
“Aç mısın Ebru? Bezelye var, az önce pişirdim.”
Serkan Ebru’nun bezelyeye hayır demeyeceğini biliyordu. Ama Ebru’nun gözlerindeki şaşkınlık, bezelyeden değil, Serkan’ın yemek pişirmesinden kaynaklanıyordu.
“Sen yemek mi yaptın?” diye sordu Ebru kocaman açtığı gözleriyle.
Serkan gülerek cevapladı:
“Eh, eğer yiyebilirsek adı öyle olacak. Pek beceremem de.”
Yavaşça yerinden kalkan Ebru, Serkan’ın rehberliğinde genişçe bir salondan geçip oturma odasına benzeyen bir odaya girdi. Bir gümüşlük, bir yemek masası, bir televizyon, bir bilgisayar, birkaç sandalye ve bir kanepe vardı koca odada. Serkan biraz utanarak:
“Kusura bakma ev daha yeni olduğu için eşya almaya fırsatım olmadı. Zaten İstanbul’a yeni geldim.”
Ebru etrafa bakınırken her yerin tertemiz olmasını takdir etti. Az eşya vardı ama hoş bir görüntüye sahipti oturma odası. Masanın etrafındaki sandalyelerden birini gösteren Serkan:
“Sen geç otur, ben yemeği getireyim.” dedi.
Ebru bunu reddetti:
“Olur mu canım, ben de birkaç şey taşıyayım, sana yardım etmiş olurum hem.” diyerek koridorda yürürken gördüğü mutfağa ilerledi Serkan’la birlikte.
Mutfak nazaran daha doluydu: buzdolabı, bulaşık makinesi, ocak, fırın, büyükçe bir tezgâh, plastik bir masa ve sandalye. Ocaktaki tencereyi ve ekmeği alan Serkan, Ebru’ya tabakların ve çatal bıçağın yerini gösterdi. Birlikte tekrar oturma odasına dönüp masayı hazırladılar. Karşılıklı oturup yemeğe başladılar.
“Nefis olmuş, ellerine sağlık.” dedi Ebru kendisine hayran gözlerle bakan Serkan’a.
Serkan biraz utanarak başını öne eğdi:
“Şu anda bilincin yerinde olmadığı için böyle diyorsun.” diye geçiştirmeye çalıştı. Övülmekten ve övünmekten oldu olası hoşlanmamıştı.
Yemek boyunca neler yapmak istediklerini, buna rağmen neler yaptıklarını konuştular, yani ayrı geçirdikleri dokuz yılı. Yemek bitince Serkan masadakileri toplarken Ebru da kahve yaptı. Ebru kanepeye, Serkan da bir sandalye çekip tam karşısına oturdu. Kahveden bir yudum alan Serkan, bu kahveyi ne kadar özlediğini fark etti. Ebru mükemmel kahve yapardı.
“Peki Serkan Bey, söyleyin bakalım. Bunca yıl sonra sizi tekrar İstanbul’a, özellikle Dağdelen’e getiren nedir?”
Ebru’nun böylesine cesur bir soru sorması, Serkan’ı bir an şaşırtmıştı şüphesiz. Ama o bunun fazla üstünde durmadan cevap verdi:
“Çocukluk hayalimi gerçekleştirmek.”
Ebru bir an anımsamaya çalıştı. Serkan hatırlamadığını düşünüyordu ama Ebru ortak hayallerini unutmamıştı:
“Yoksa açıyor musun kafeyi?”
Serkan’ın yüzüne kocaman sevimli bir gülümseme kondu. Böyle gülümsediğinde gözleri kayboluyordu hep:
“Unutmadın demek!”
Ebru Serkan’ın bu sevincine pek anlam veremedi ama yine de güldü:
“Unutur muyum hiç.”
“Tamam o zaman, sana bir iş teklifi yapayım.”
Ebru Serkan’ın ne diyeceğini adı gibi biliyordu ama yine de sordu:
“Neymiş bu iş teklifi?”
Serkan, ilk uçurtmasını uçuran heyecanlı bir çocuk gibi karşılık verdi:
“Bizim kafede çalışmanı istiyorum.”
“Ne olarak?”
“Müdür olarak.”
Ebru biraz düşündü:
“Ne müdürü yahu?”
“Sermayeyi ben veririm, mekânı sen işletirsin, karı paylaşırız. Ne dersin?”
“Düşünmem lazım.”