Adadaki Ayak İzi

Berk Iybar 3.06.2010 - 12:31
Eski ile yeni arasında bulacağız, kaybettiğimizden haberdar olmadığımız tatları...
İnsanın da içinde olduğu hemen tüm canlı türleri genel olarak yeni bir durumla karşı karşıya kaldıklarında içten gelen bir hisle hareket eder ve savunma mekanizmasını kullanır. Doğal olarak korkuyla birlikte bir panik ve yalanlama sürecine gidilir. Hatta saldırı dürtüsü bile bununla ilintilidir. İnsan kendinde olmayan yeni bir fikre alışana kadar belli bir süre geçer. Tarih işte bu alışma süreci içinde yaşanan kanlı sahneleri anlattı bugüne kadar. Demek ki daha tam olarak uyum sağlanamamış. İnebildiğimiz kadarıyla iki ya da üç bin sene... Devasa bir kum saatinde olsa olsa küçük bir “momentum”.

Ünlü roman Robinson Crusoe’u bu denli önemli kılan da belki de yukarıda belirttiğimiz duyguyu çok iyi işlemiş olmasıdır. Nasıl bir şeydir o duygu? Robinson önce adada mahsur kaldığı gerçeğini kabul etmek istemez. Sonra yaşamak için temel ihtiyaçlarını giderebileceği bir düzenek oturtmaya çalışır. Yağmurdan korunup ısınabileceği bir çatı yapar. Avlanmaya ve ihtiyaçlarını gidermeye başlar. Adanın hâkimi olduğu ve tek güç olduğunu hisseder. Ne zaman ki Cuma’nın ayak izini görür. Korkudan mağaraya saklanır.

İşte insanlık tarihinde mağaraya kaçış ve adaya sahip oluş süreçleri gelgit gibi tekrar edip durur. Bilgisayar ise modern zamanların Robinson’larını mağaradan çıkaracak ve aydınlığa götürecek yegâne araç sayılabilir. Evet, artık kanatlarımızı duvara asıp ayaklarımızı yere basacak olursak, aynayı biraz da günümüze ve ülkemize getirmemiz gerekmekte. Bilgisayarla ilk temasın gerçekleştiği 80’li yıllar, o dönem için bilim kurgu filmlerinde uzay gemisinden inmiş, arkadan gelen güçlü ışık nedeniyle ancak silüet olarak belli belirsiz seçilebilen yaratıklarla temastan farksızdır. Doğal olarak insan kaçtı ve kendini korudu. Şimdilerde ise kendi yarattığı bir nesnenin kölesi olmaya yakın durumda. Belki de son çizgiyi geçtik de farkında değiliz. Hayatımız, hobilerimiz, alış verişlerimiz ve hatta arkadaşlarımızdan oluşan sosyal çevremiz bile bilgisayar ve internete bağlı halde.

Tuhaf olan tüm bu süreçlerin son derece normal olması ve akla dayalı bir açıklamaya dayanması. Yani internet ve bilgisayara bağlı bir nesli direkt olarak suçlamak kime ne kazandırabilir? Bu eleştirileri gerçekleştiren bir önceki kuşağın televizyona olan düşkünlüğünü ne kadar da çabuk unutuyoruz. Onun yerine tarihi ve süreci irdelediğimizde ortaya çok daha net sonuçlar çıktığı gibi bir sonraki hamleye dair öngörülerimizi de geliştirmiş oluruz. Yeni bir kavramı tam olarak kavrayana kadar yaşanılanların hepsi aslında olağan dışı değil. Önce reddettiğimiz bir gerçeği ardından körcesine kabullenmek. Daha sonra da durulmak ve onu olağan bir parçamız olarak yorumlamak. Uydu televizyon sistemleri önceleri tek tük çatılarda yerini alırken, bugün uçakları etkileyecek yoğunluğa vardığı tartışmaları yapılmakta. Cep telefonunda da durum değişmedi. Başta bir tedirginlik hâkimdi. Ardından ufak ufak cep telefonları alınmaya başlandı. Şimdi de cep telefonu piyasası olarak yerli ve yabancı sermaye açısından en iştah açıcı pazarlardan biriyiz. İşte tüm hadise bu dengeyi kurabilmekte ve bilinci oluşturabilmekte.

Bir sonraki kuşak kendinden öncekilerin yeni olarak gördüğü ‘buluşları’ doğal karşıladıkları için belki de mesele çözüme kendiliğinden kavuşuyor. 1990’larda doğan biri için artık televizyon sıradan bir ürünken, önümüzdeki yıllarda internet de sıradan ve zaten ‘hali hazırda’ bir köşede duran hatta durması gerekli bir ev eşyasından farksız olacak. Bu noktada biraz bilinçle neyin ne olduğunun farkına varmamız gerek. Sadece yazı yazmak ve internete girmek için 2000 dolarlık bir dizüstü bilgisayar almak ne kadar gereksizse, yeni bir oyunda hız performansımız düşüyor diye sistemi yenilemek o kadar abes oluyor. Başka bir deyişle, “eyvah çocuğumuz internetin kölesi oldu” veya “oyun oynamaktan kendini alamıyor” feryatları emin olun bir süre sonra duru bir su halini alacak. Bir bakıma gelecek ve oyun, internet, telefon ve televizyon hayatımızda dengeli bir yere kavuşacak. Tabii bir sonraki aşamada neyin kölesi olacağımızı henüz bilmiyoruz ama beni düşündüren nokta ihtiyaçlarımızı unutup, bazı şeyleri tek bir kalemde çizmemiz. Vitrinlerde sürekli yeni kitaplara bakıp eskileri es geçmek, yeni albümler alıp eskileri göz ardı etmek üzücü. Bazı şeyler geometri gibidir. Hayat onların içinde kodlanmıştır. Belki de ben o yüzden mp3 indirdiğim halde, müziği plaktan dinlediğimde keyif alıyor, bir sahafa girdiğimde kitapların farklı bir ruhunu görüyorum. Denge biraz da bu belki de. Mega marketlerin vitrinleri ve antikacıların gizemi arasındaki arayış.
Yorumlar
MK Okuru
MK Okuru 26.04.2024 03:42
Kalan Karakter: 300 Gönder
Adadaki Ayak İzi
İlginizi Çekebilir