FPS Oyunları Önümdeki rampaya soluk soluğa, son enerjimi de harcayarak, güçlükle çıkabildim. Kalbim dört nala koşuyor, bedenimi biraz olsun dinlenmeye zorluyordu. Yaklaşık bir kilometre ötedeki sis bulutuna ustalıkla gizlenmiş benzinliği görebilmem için gözlerimi biraz kısmak yetti. Ağzımdaki demir kokusunun sebebi kalbimle aynı düşünen ciğerlerim olmalıydı. Umursamadım. Umursayamazdım çünkü, attığım her adımda biraz daha ağırlaşan tam otomatik tüfeğimin sadece beş mermisi kalmıştı. Yakalamak için iştahla saldıran düşman birliklerini etüt etme şansım olmamıştı bile. Gürültünün bana doğru yaklaştığını duydum. ‘Bu kadar tantana yeter’ dedim ve yeleğimdeki son el bombasının pimini bir anda çekiverdim. Arkama dönüp aniden karşıya fırlattım ama kısa düştü. Önümdeki kamyonetin hemen arkasına doğru yuvarlandı. O minik zamanda aralığında düşünebildiğim tek şey, en yakın kayıt noktasının ne kadar uzaklıkta olduğuydu… Sizde FPS oynarken böyle hissediyorsanız, oyunun içine girip kendinizi karakterin yerine koyabiliyorsanız, bu türü seviyorsunuz demektir. Bildiğiniz gibi, birinci şahıs kamera açısına sahip olan shooter oyunlarına FPS diyoruz. Kahramanımızın gözünden, sanki ekranın ardında biz varmışız gibi hissettiren FPS oyunları, bugüne kadar çıkmış olan türler arasında şüphesiz en popüleridir. Bu kadar popüler olmasına rağmen kimi oyuncular da bu türden hiç hoşlanmaz. Ayrıca çoğu FPS, aşırı şiddet, kan, küfür vb içeriğe sahip olduğundan ebeveynler tarafından temkinli yaklaşılırlar. Hoş, ebeveynler Mario’ya da temkinli yaklaşıyorlar ama o ayrı bir konu tabi.
Tarihin kralları, kraliçeleri, lordları… Tarihte bilinen ilk FPS Wolfenstein 3D olarak bilinmesine rağmen durum bundan biraz farklıdır. Id Software’in Wolfenstein 3D’den önce birkaç denemesi daha var. Aynı motorla yapılmış Catacomb 3D de bunlardan birisi. John Carmack Catacomb 3D ile Wolfenstein sinyallerini göndermiş, ertesi yılda Wolfenstein 3D’yi çıkartarak oyun dünyasında çığır açacak işlere imza atmıştır. Günümüzde iOS’dan internet tarayıcılarına kadar bir çok platforma uyarlanan Wolfenstein 3D, Catacomb 3D’yi gölgede bırakmış ve bilinen ilk 3D FPS olmuştur. O zamanlara göre (1992) çok kaliteli sesleri bizlere sunmasının yanında, birinci şahıs kamerayla bıçaktan makineli tüfeğe kadar bir çok silahı kullanabilmenin getirdiği haz oyunu bu günlere kadar taşımıştır.
1993 yılında Id Software’ın ikinci bombası ‘Doom’ gelmiştir. Elektrikli testereyi bile kullanabildiğimiz oyun, çok çeşitli silah kütüphanesine sahiptir. Mars’ta şeytanlardan zombilere kadar bir çok yaratıkla savaşmamıza izin vermiştir. Grafikleri, oynanış tarzı, sunduğu geniş silah seçenekleri ve sağlam kurgusuyla ‘FPS’nin Kralı’ lakabına uygun görülmüştür. LucasArts tarafından yayımlanan ‘Dark Forces’ da o dönemlerin önemli oyunları arasında yer alır. LucasArts için geliştirilen ‘Jedi’ oyun motoruyla yapılan Dark Forces, karakterin zıplamasına ve eğilmesine de izin vererek oynanışa önemli yenilikler getirmiştir. 1996’lara gelindiğinde ise Bethesda Softworks çıkarttığı RPG ile (Daggerfall) FPS türünü gölgede bırakmıştır. Derin eşya çeşitliliği, at sürebilme, kılıç sallayabilme ve ev satın alabilme gibi bir çok yönden öne çıkan RPG’ler FPS’ye ciddi alternatif olmuştur. Aynı yıllarda çıkan ve Doom’u andıran Quake, üç boyutlu karakter modellemeleri ile farklı dünyaların kapılarını aralamıştır.
Bu yenilik elbette ‘bedava’ değildir. Oyunu oynamak isteyen oyuncular yüksek performans için, 3D hızlandırıcılı kart satın almak zorunda kalmıştır. Ertesi sene çıkan devam oyunu, daha geniş arenalarda daha güçlü silahlarla düşmanları alt edebilmeyi mümkün kılmıştır. İlk oyunu 1991 yılında çıkan Duke Nukem modaya uymuş ve 3D olarak gelmiştir. Oyunu diğerlerinden ayıran en önemli özellik yoğun şiddet görsellerini sağlam mizah kültürüyle birleştirebilmesidir.(-Tabii striptiz klübüne gidip dansçılara para verebilmeyi saymıyorum.) 1997’de Nintendo 64’ün en çok satan üçüncü oyunu GoldenEye 007 çıkmıştır. James Bond’un aynı isimli filminden uyarlanan oyun, Nintendo 64’ün en popüler oyunlarından birisi olmuştur. Unreal. Geliştirilen motoru yıllar sonra bile farklı farklı oyunlarda kullanılacak olan Unreal,1998’de çıkmıştır. Gelecekte bir yerlerde geçen hikayesi, uzay gemisinden kaçan tutsakların uzaylı gezegenindeki çarpışmalarını konu almıştır.
Bir Levye Gördüm Sanki Kimisi için efsane, kimisi için kült, kimisi için baş tacıdır Half Life. Gerçek bir FPS severe hayatınızdaki ‘en önemli üç şeyi sayın’ deseniz eminim ki vereceği cevaplardan birisi ‘Half Life’ olacaktır. Black Mesa laboratuar’ındaki araştırmaların bir hayli ters gitmesinden sonra fizikçi Gordon Freeman’ın oradan kaçmasını konu alan efsane FPS oyunu, inanılmaz hasılat rekorlarıyla da ne kadar doğru işler yapıldığını kanıtlamıştır.
Her ne kadar Wolfeinstein ve Doom FPS türünün temellerini atmış olsa da Half Life bir çoğumuz için tarihin yalnız kahramanı olarak kalacaktır. Thief, Doom 3, Half Life 2 ve devam oyunları, Call of Duty serisi gibi kült yapımların tamamı FPS’nin gelişimine katkıda bulunmuş, yeni şeyler denemeye çalışarak bir çok oyunun yapımına da öncülük etmiştir.
Yeni Nesil FPS Wolfenstein 3D’yi hatırlayalım. Ne grafik vardı oyunda değil mi? O dönemin koşullarına göre değerlendirdiğimizde çığır açacak teknolojiye sahipti ama oyundaki renkler tek tek sayılabilecek kadar azdı. Çalıştırabilmek için Intel’in 1985 model işlemcisinin yanında, tam 640 KB ram’e ihtiyaç duyuluyordu. Çok değil, aradan on – on beş yıl geçti ve artık yüzlerce lira para saydırıp aldığımız sistemler ertesi yılı zor çıkartıyor. Teknoloji her şeyin önünde, depara kalkmış ilk sırada ilerliyor. Yetişebilmek içinde daha fazla enerji harcamak gerekiyor. Yerli kardeşlerin CryEngine’i ilk duyurulduğu zaman yer yerinden oynamıştı. Tam kapasiteyle kullandıklarında yeni nesil konsollar bile motorun ihtiyaçlarına karşılık veremiyordu. Nitekim PC için Crysis’i geliştirdiler. Optimizasyon konusunda inanılmaz sıkıntıları olan bir oyun olsa da, sunduğu grafikleri tüm oyun severler ağzı açık seyretmişti. Pek de orijinal olmayan hikayesi bile göze batmamıştı.
İyi grafik her oyunda aranır. İyi grafiklere en çok ihtiyaç duyan tür ise FPS’dir. Gerçek resimlere bakar gibi oyun oynamak her oyuncunun arzusudur. Sıkı bir RPG’de hikayenin ve oyunun derinliğine kendinizi kaptırdınız mı grafikleri pek umursamazsınız ama FPS’de işler biraz değişir. FPS, yapısı itibariyle aksiyona dayalı bir tür olduğu için sağlam efektlerle desteklenen her FPS az çok prim yapar (Tabii 5. sınıf bir senaryonuz yoksa) . Günümüzde FPS oyunları ‘koş ve vur’ mantığından biraz daha uzaklaştı. Gelişmiş oyun motorları sayesinde neredeyse her FPS’de ‘film gibi oyun’ deneyimini yaşar olduk. Hikayenin can alıcı noktaları da güzel ara videolarla işlendiği zaman bu deneyim tavan yaptı doğrusu. Call of Duty’nin Modern Warfare oyunu ile neleri başardığına hepimiz şahit olduk. On farklı filmi sinemada seyretsek o kadar eğlenemezdik ki Call of Duty daha fazlasını bize biraz daha ucuza sunmuştu.
El Ele Verin Çocuklar Grafiklerin dışında değinilmesi gereken bir nokta daha var. Eskiden oyun türleri bir birinden net olarak ayrılırdı. Half Life için kesinlikle FPS derken, Star Wars Kotor için RPG diyebiliyorduk. Aslında durum hala aynı ama öyle oyunlar çıkmaya başladı ki türler arasındaki bu net sınır da yavaş yavaş belirsizleşmeye başladı.
Örneğin Borderlands… 2009 yılında çıkan ilk oyunun ekran görüntülerine bakan bir kişi ‘Güzel FPS’ye benziyor’ diyebilir. Ama oyunu alıp oynamaya başladığında normal bir FPS’den daha farklı dinamiklere sahip olduğunu görecektir. Buram buram RPG kokan Borderlands, RPG+FPS türünün en son örneklerinden. Eskiden iki düşman gibi sürekli rekabet halinde olan bu türler günümüzde el ele verip güçlerini birleştirmeye başlamıştır. Borderlands gibi onlarca oyun bulunabilir. Bu tip oyunların tamamı bizlere aslında oyun türleri arasında pek de bir ayrım olmadığını, göze hoş gelen bir kurguyla Gordon Freeman’ın Need For Speed kapağına dahi basılabileceğini göstermektedir.
Oynaya Oynaya Gelin Çocuklar Türlerin iç içe geçmeye başlamasıyla birlikte oynanış dinamiklerinde de farklılıklar yaşanıyor. Klasik FPS yapısı nasıldır hepimiz biliriz. Ekranın köşelerinde can, mermi, kalkan vb şeylerin göstergeleri varken, oyuna bağlı olarak radar vb göstergelerde diğer köşelerde bulunur. Oyuncu bu göstergeler yardımıyla düşmanları bir bir indirir ve haritanın sonuna geldiğinde bölüm değişir. Bu mekaniği yazdığı senaryoya en uygun şekilde oturtan yapımcı başarılı olur ve milyon dolarları cebe indirir. FPS türünde öyle derin bulmacalar pek olmaz. Oynanış genelde açılmayan kapıları ya da yıkılıp kapanan geçitleri atlatma üzerine kuruludur. Bulmaca deneyimini FPS’ye en güzel entegre eden firma da Valve’dır diyebiliriz. Onun dışında bir çok firma bunu denemiştir elbette ama Half Life’ın verdiği tadı neredeyse hiç birisinden alamadığımızda bir gerçektir. Korku öğelerine de değinmek gerekirse akıllara gelen ilk isim Doom olacaktır. Serinin ilk oyunlarının başarısını bir kenara bırakalım, daha yeni teknolojiyle geliştirilmiş Doom 3’ü kaçımız hiç korkmadan bitirebildi? Aslında Nasa, Curiosity’i boşuna yorup da Mars’a göndermeseydi. Çünkü biz Mars’ın karanlık yüzünü Doom ile çoktan öğrenmiştik. Aynı anda hem silah, hem el feneri taşıyamayan askerimiz sayesinde keşfetmiştik Mars’ın en korkunç yüzünü.
FPS oynamanın en rahat yolu klavye ve mouse’tan geçer denir. Hedefi tam on ikiden vurmak mouse’la mı yoksa analog stick’le mi daha kolaydır? Otomatik hedefleme (auto aim) özelliği kapatıldığı zaman hangi aparat daha üstün gelir? Bunun cevabı oyuncuya göre değişir. Analog stick’e alışmamış bir oyuncu için en kaliteli FPS bile tam anlamıyla işkenceye dönüşebilirken, tüm oyunları konsollarda oynamayı tercih eden bir oyuncu da sandalyenin üzerinde saatlerce mouse’a tıklayınca biraz sıkılabilir. Tamamen alışkanlıklara ve kişisel zevklere bağlı bir konu. İşin ergonomik yanı da söz konusu. Analog stick’le uzun süre oyun oynayınca elinin ağrıdığını söyleyenler var. Aynı şekilde masa başında saatlerce oturunca belinin ağrıdığını söyleyenler gibi... Kısacası bu sorunun net bir cevabı yok.
Bölüm Sonu Bitirmeden önce Online oyunlara da değinmek istiyorum. Online oyunların ve dolayısıyla multiplayer arenaların hızla çoğaldığı bu dönemde Single Player FPS’lere gereken önem verilmiyor. Bu türün demirbaşları bile artık Multiplayer temalı oyunlar olmaya başladı. Arkadaşlarınızla aynı oyunda didişmek elbette eğlenceli ancak bu gidişle üç beş saatte eriyip giden senaryolarla süslenmiş FPS’lerden başka bir şey oynayamayacağız. Bu konuda yayımcı şirketlerin daha akılcı davranması gerekiyor. Pazar şuan için Multiplayer talep ediyor olabilir ancak biraz da uzun vadeli düşünmek gerekir. Unutmayalım ki oyunların ‘single player’ dediğimiz tek kişilik bölümleri ne kadar albenili, ne kadar orijinal olursa oyun sektörü de o kadar canlı olur.
W-A-S-D dediğimiz zaman akıllara bilgisayar oyunları gelir ama bununda temelinde FPS yatar. FPS içlerinde benim de olduğum çok geniş bir kitlenin hayranlıkla oynadığı bir türdür. Siz hangi türden hoşlanırsanız hoşlanın yolunuz bir gün mutlaka FPS’ye düşer. FPS, oyun karakterinin gözünden, o anki heyecanı bire bir yaşamanıza imkan verir. Havalandırma borularındaki headcrab’leri gece rüyanıza sokar. Elinizdeki son sniper mermisini sırf ‘headshot’ aşkına çöpe attırır. FPS, vücudunu hiç görmeyen adamların düşmanlara kafa tuttuğu yegane platformdur. Bu türü seven sevmeyen bütün oyuncular kıymetini bilmelidir.
Not: Sık sık save yapmayı da unutmayın. Hep W, hep A-S-D olmaz. F6 küser sonra!