Bu içeriğimizde MCU'nun geleceği nasıl olabilir sorusunun cevabını bulmaya çalıacağız. Ancak bunun için geçmişine göz atmamızda fayda var. Marvel bugün dünya çapında milyar dolarlık bir marka olabilir, ancak 1990’ların sonunda durum tamamen farklıydı. Çizgi roman endüstrisi büyük bir daralma yaşıyordu. 80’lerin sonunda ve 90’ların başında koleksiyoncu çılgınlığı, alternatif kapaklar ve sınırlı baskılar piyasayı şişirmişti. Çizgi romanlar “geleceğe yatırım” gibi görülüyor, birçok kişi onları ileride çok daha değerli olacak birer finansal varlık olarak satın alıyordu. Bu balon kısa sürede patladı. Talep düşünce satışlar hızla düştü ve Marvel, yıllardır üstüne kurduğu ticari yapının çöktüğünü fark etti.
1996 yılında Marvel iflas başvurusu yapmak zorunda kaldı. Bu, yalnızca bir şirketin batışı değil, aynı zamanda popüler kültürün en büyük yaratıcı markalarından birinin tarih sahnesinden silinme tehlikesiydi. O dönemde Marvel, elindeki en büyük kozları yani en popüler karakterlerinin sinema haklarını satarak ayakta kalmaya çalıştı. Spider-Man Sony’ye, X-Men ve Fantastic Four Fox’a, Hulk Universal’a verildi. Yani Marvel’in en güçlü kahramanları artık başka stüdyoların kontrolündeydi.
Şirketin elinde kalan karakterlerse dönemin bakış açısına göre “B sınıfı” kahramanlardı. Iron Man, Thor, Captain America, Black Widow veya Hawkeye gibi isimler çizgi romanlarda sevilen karakterlerdi ama kesinlikle gişe garantisi olarak görülmüyorlardı. Çizgi roman okuyucusu dışında geniş kitlelerin çoğu bu kahramanların adını bile duymamıştı.
Marvel’in 90’lardaki bu krizini daha da çarpıcı kılan şey, şirketin “kimliğini kaybetme” noktasına gelmiş olmasıdır. Çizgi roman satışları dibe vurmuş, popüler karakterler başka stüdyoların ellerine geçmiş, oyuncak lisansları ve televizyon anlaşmaları da çare olmamıştı. Marvel’in tek seçeneği, elinde kalan karakterleri kendi sinema stüdyosuyla hayata geçirmekti. İşte bu karar, yıllar sonra “Marvel Cinematic Universe” olarak bildiğimiz dev imparatorluğun ilk adımı oldu.
Marvel, 90’ların krizinden kurtulmak için cesur bir adım attı: elinde kalan daha az tanınmış kahramanları sinemanın merkezine koymak. Iron Man, Thor, Captain America ya da Black Widow gibi karakterler o yıllarda kimse için “gişe garantisi” değildi. Ancak Marvel bu figürleri birer “yeni ikon” haline getirmeyi başardı.
Asıl devrim, bu kahramanların tek başlarına değil, ortak bir evrende buluşturulmasıyla gerçekleşti. Iron Man’in 2008’deki başarısı bir kıvılcım oldu; ardından gelen The Avengers filmiyle Marvel, sinemada daha önce görülmemiş bir anlatım modeli kurdu. Kahramanların tek tek inşa edilmesi, sonra bir araya getirilmesi, izleyiciyi hem uzun vadeli yatırım gibi hissettirdi hem de her filmi bir sonraki için heyecan yaratır hale getirdi.
Bugün baktığımızda, Marvel’in o dönemde yaptığı tercih MCU’nun geleceğini de şekillendiren temel strateji oldu: en bilinen kahramanların kaybı, aslında yeni kahramanların doğuşuna zemin hazırladı. İşte bu yüzden, MCU’nun geleceği de yine aynı mantığa dayanıyor: eldeki daha az bilinen karakterleri, doğru hikâyelerle popüler kültürün merkezine taşımak.
Marvel’in kaderini değiştiren hamle, 2000’lerin ortasında geldi. Kevin Feige’nin liderliğinde “kendi stüdyomuzu kuruyoruz” dendi. Bu, inanılmaz riskli bir adımdı çünkü Marvel’in elinde Superman ya da Batman gibi kült ikonlar yoktu. Buna rağmen 2008’de Iron Man vizyona girdi.
Tony Stark karakteri o dönemde kimse için Spider-Man seviyesinde bir kahraman değildi. Ama Robert Downey Jr.’ın karizmatik performansı, zekice yazılmış diyaloglar ve dönemin ruhunu yakalayan teknoloji hikâyesi sayesinde Iron Man bir anda pop kültürün merkezine oturdu. Marvel’in kumarı tuttu. İşte o andan itibaren sinema tarihinin en büyük evrenlerinden biri doğdu.
Marvel tek kahraman filmleriyle yetinmedi. Her film aslında bir sonraki filmin temelini atacak şekilde tasarlandı. 2012’de The Avengers vizyona girdiğinde, sinemada daha önce hiç yapılmamış bir şey başarmışlardı: Birkaç yıl boyunca tek tek tanıtılan karakterler, sonunda aynı filmde buluşturuldu.
Iron Man, Thor, Captain America ve Hulk… O döneme kadar “ikinci lig” kahramanlar olarak görülen bu isimler, birleşerek global bir fenomen haline geldi. Marvel’in stratejisi işte buydu: En bilinen karakterler elinde olmadığı için kalanlarla yeni ikonlar yaratmak. Ve başardılar.
Marvel Studios’un yükselişi, 2009’daki Disney satın almasıyla daha da hız kazandı. Disney, Marvel’e yalnızca finansal güç değil, aynı zamanda dev bir dağıtım ve pazarlama ağı sundu. Bu sayede Marvel filmleri dünya çapında izleyicilere ulaşmaya başladı. Ayrıca Disney’in güçlü “marka yönetimi” anlayışı, Marvel’in filmlerini sadece gişe odaklı değil, aynı zamanda uzun vadeli bir evren inşası için planlamasına da yardımcı oldu.
Bugün MCU yeni bir eşikte. Çünkü Iron Man ve Captain America gibi karakterler hikâyelerini tamamladı. Bu yüzden Marvel’in önümüzdeki dönemde yeni yüzlere ihtiyacı var. İşte burada Thunderbolts devreye giriyor.
Thunderbolts, klasik kahramanlardan değil, gri tonlu anti-kahramanlardan oluşuyor. Yelena Belova, Winter Soldier, Red Guardian, US Agent… Bu ekip, Marvel’in izleyicilere “saf iyilik” ya da “saf kötülük” değil, daha karmaşık ve çelişkili karakterler sunma planının bir parçası. Bu değişim, MCU’nun geleceği açısından çok kritik çünkü hayranlar artık farklı türde hikâyeler görmek istiyor.
Marvel evrenine baktığımızda gözlerimiz genellikle Iron Man, Spider-Man ya da Thor gibi ön plandaki kahramanlara kayıyor. Ancak çizgi romanların derinliklerinde, evrenin gidişatını belirleyen ve çoğu zaman perde arkasında kalan çok daha büyük güçler var. Bu varlıklar o kadar kudretli ki, bizim sevdiğimiz kahramanların mücadelesi onların yanında yalnızca küçük kıvılcımlar gibi kalıyor.
Marvel evreninde “her şeyin üstünde olan” anlamına gelen The One-Above-All, tüm varoluşun yaratıcısı ve nihai otoritesidir. Tanrısal bir figür olarak, sınırsız güce, mutlak bilgiye ve sonsuz varlığa sahiptir. Çizgi romanlarda yalnızca kritik anlarda ortaya çıkar; genellikle kahramanlara rehberlik eden, varoluşun nedenlerini sorgulatan bir figürdür. Onun varlığı, Marvel evreninde umut, düzen ve yaratılışın kendisini temsil eder. Eğer bir gün MCU’da karşımıza çıkarsa, bu yalnızca bir karakterin gelişi değil, sinema tarihinin felsefi bir dönüm noktası olur. Çünkü The One-Above-All, “neden varız?” sorusunun Marvel dilindeki cevabıdır.
Eternity, zamanın ve mekânın kendisidir. İnsan formunda betimlense de, aslında evrenin tüm boyutlarını içinde barındırır. Çizgi romanlarda her yıldız, her galaksi onun bedeninin bir parçası gibi resmedilir. Eternity’nin karşısında durmak, adeta tüm evrenle yüzleşmek gibidir. Kahramanlarla olan etkileşimleri çoğunlukla bir bilgelik testidir: İnsanların özgür iradesi mi, yoksa kozmik düzen mi ağır basacaktır? Eternity’nin MCU’da işlenmesi, Marvel filmlerini yalnızca kahramanlık hikâyelerinden çıkarıp, varoluşun büyüklüğünü sorgulayan epik bir anlatıya dönüştürebilir.
Marvel çoklu evreninin en büyük yargıcı olan Living Tribunal, dengeyi sağlamakla görevlidir. Üç yüzlü formuyla adaletin, gerekliliğin ve intikamın üç farklı boyutunu temsil eder. Çizgi romanlarda onun sözü nihai karardır: Eğer bir evrende denge bozulursa, Tribunal tüm evreni yok ederek yeniden başlatabilir. Onun varlığı, kahramanların gücünün ötesinde bir “üst yasa” olduğunu hatırlatır. MCU’da yer alması halinde, çoklu evren hikâyelerinin gerçek anlamda felsefi ve metafizik boyuta ulaşmasını sağlayabilir.
Marvel’ın bu kozmik varlıkları genelde ana hikâyelerde geri planda kalır. Bunun nedeni çok basit: Eğer bu güçler her şeye müdahale etseydi, bildiğimiz kahramanların kahramanlıklarına gerek kalmazdı. Dolayısıyla, bu devler ancak evrenin dengesi tamamen bozulduğunda ortaya çıkar.
Bu üç varlık dışında da Marvel evreninde kozmik dengeyi temsil eden sayısız güç vardır: Galactus, evrenin doğal döngüsünde gezegenleri tüketerek varlığını sürdürür; Infinity ve Oblivion, yaşam ve hiçliğin mutlak karşıtlıklarını temsil eder; Beyonders, çoklu evrenin sınırlarını bile aşan yabancı bir kudrettir. Bunlar kahramanların düşmanları değil, daha çok evrenin işleyişinin birer yüzüdür.
MCU bugüne kadar Thanos, Kang gibi güçlü düşmanları bize sundu. Ancak bunlar hâlâ “insani” düzeyde anlaşılabilecek tehditlerdi. Kozmik varlıklar ise bambaşka bir şey vaat ediyor: İnsan aklının ötesinde güçler, metafizik temalar, varoluşsal sorular. Eğer Marvel bu varlıkları sinemaya taşırsa, MCU’nun geleceği yalnızca “dünya kurtarma” hikâyeleri değil, evrenin anlamını sorgulayan epik bir yolculuk olabilir.
Hayranlar artık sadece patlamalar ve kahramanlık sahneleri değil, aynı zamanda karakter derinliği ve daha farklı anlatım biçimleri görmek istiyor. Marvel’in geleceği, yalnızca güçlü görsel efektlere değil, doğru hikâye seçimlerine bağlı. Yeni kahramanların parlatılması, Thunderbolts gibi gri tonlu ekiplerin işlenmesi ve kozmik varlıkların devreye girmesi, MCU’nun geleceğini belirleyecek.
Marvel, iflasın eşiğinden kalkıp sinemada dev bir imparatorluk kurmayı başardı. Bunu Superman ya da Batman gibi ikonlarla değil, Iron Man ve Thor gibi “orta seviye” kahramanlarla yaptı. Şimdi sırada daha büyük sorular, daha güçlü karakterler ve kozmik varlıklar var. Eğer doğru hamleler yapılırsa, MCU’nun geleceği yalnızca kahramanlık hikâyeleri değil, insanlığın varoluşunu sorgulatan epik bir destana dönüşebilir.
Orta uzun vadede yeni ilgi odağı dc evreni olacaktır çünkü marvela göre çok daha geniş yaş aralığına hitap eden karakterleri var.